"Şiirin İpek Sesi"ni Dinlerken (sondakika32.om)

“ŞİİRİN İPEK SESİ”Nİ DİNLEMEK
           
Cevat Akkanat’ın Şiirin İpek Sesi” isimli kitabı Okur Kitaplığı tarafından 152 sayfa olarak yayınlandı. Kitapta yazarın 1990-1998 yılları arasında çoğunluğu Kırağı Şiir Dergisi, bir kısmı ise İlk Adım, Endülüs, Gençliğin Sesi, Likâ dergileri ile Akit ve Kızılırmak gazetelerinde yayınlanmış olan 62 yazısı bulunuyor.

Şiirimizin özellikle son dönemine ışık tutulan kitapta, A. Vahap Akbaş’tan Müştehir Karakaya’ya, İsmail Kartakurt’tan, İlhami Çiçek’e, Küçük İskender’den, Ataol Behramoğlu’na pek çok günümüz şairinin ismine rastlamak mümkün. Ayrıca, Tanpınar, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Mehmet Akif gibi üstatlara, Fuzûlî, Bâkî, Nef’î, Şeyh Galib gibi divan şairlerine, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye atıflar yapıldığını, İmrü’l-Kays, Kab. b. Züheyr gibi Arap şairlerine değinildiğini görüyoruz.
 
Cevat Akkanat, kitaba “Neden Şiirin İpek Sesi?” sorusuyla başlıyor. Bu soruya art arda sorduğu sorularla cevap veriyor:
“Böceğin etrafına duvar çıkarken çıkardığı ses?
Fırtınaların sesi? Taşların çarpışması? Fısıltılar? Kuğuların serin suları? Haykırışlar? Kurbağa vakvakları?
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in formülleri mi yoksa?
Şiir= Musiki?
Kırk yıllık sabır yani. Kırmızı, sarı, siyah, yeşil, beyaz… Bütün renklerin cümbüşü. Yani, raks?
Yahut, klasik şiirimizin ırmaklarca çağıldayışı olmasın? (s. 8)
 
Kitabın sayfalarını çeviriyor ve “Şiirin İpek Sesi”ne kulak veriyoruz. Edebiyat dergilerini titizlikle takip eden, sözünü (muhatabı kim olursa olsun) sakınmayan, öznel tutumlara tahammülü olmayan, inandıklarından taviz vermeyen ama her şeyden önce Müslüman bir eleştirmen buluyoruz karşımızda.
 
“Şair Farklı Bir Hâlet-i İnsaniyye midir?” başlığı altında Cevat Akkanat’ın şair tanımını ve şairden beklediği sorumluluğu okuyoruz:
“...şair kelime oyuncusudur, bir simyagerdir, bir gram noksan tartmaz kelimeyi. Kelimenin esiridir o.
Sihir, büyü, nücum, remil… bunlar da onun sorumluluğundadır; deve güreşi, sünnet şöleni, kocakarı ilaçları da….
Uyanıklık rüyalarını (sanrıları), şizforeniyi, paranoyak halleri, beyin kanamalarını, eşcinselliği… ya bunları kime yükleyelim? Bunları yüklenen yok mu sanıyorsunuz?
Hepsini geçip diyoruz ki, şair diğer insanlara göre farklıdır, evet. Ve ekliyoruz; o kir, iğrenç koku, pislik, foseptik çukuru, afyon, cinsel sapkın, vs. vs. değildir. Veya bunlar olan, bunları yazan, şair değildir.” (s. 60)
 
 
“Edebiyatın kalbi” olarak nitelediği şiire küfrün, ahlak dışılığın girmesini istemeyen bu tarz teraneleri şiirden de saymayan yazar, ülkemizin bazı şiir ortamları için şu eleştirileri yapar: “Yazılan ve yayınlanan şiirler; şiir etrafında yapılan konuşmalar, toplantılar, şölenler; büyüklü-küçüklü şair klikleri; bunların ortaya koydukları köksüz, belirsiz, anlamsız, çokçası sığ görüşler; kendileri dışındaki “şuara”dan bîhaber görünmeleri, yok saymaları; toplumun temel unsurlarından kopmuşluk…. Kısacası, her sahadaki kokuşma ve çökmenin memleketimiz şiirine aksedişi…” (s. 12)
 
Akkanat, “şeffaf, şefsiz, üstadsız, geniş açılımlı, kapsayıcı, daimi öğrenici ve öğretici, pırıl pırıl oluşumlar”ı “Şiirin Damıtma Bahçeleri” (s. 99-100) olarak görerek şiir söz konusu olunca yanı başında bazı şeyleri düşüne­mediğini söyler. Bunlar, üniversiteler, akademiler, okullar, kalın du­varlarla örülmüş akımlar, sığ medya örgütleri. Kısacası, muhafazakâr nitelikli ne kadar organ, örgüt, kurum ve kuru­luş varsa, hepsidir. Bunlar Cevat Akkanat’a göre “Şiir Çürütme Mekanizmaları”dır. Yazar, “ayrı ayrı bireylerin ruhunu yansıtan, fakat bu haliy­le bütün toplumu şahlandıran mısralar nasıl olur da bu muhafazakâr kurumların oyuncağı olur?” diyerek kaygısını dile getirir. Sırf bu kaygıdan dolayı, şiirlerinin ders kitaplarında yer almasını istemez. Ve ekler “Kanaatimce, şiir akademik yapıların bölmeleri arasına sıkıştırılınca, bu tür yargı değerleri tarafından yargılanır duru­ma gelince veya bunların ölçütlerine göre oluşturulunca ge­leneğin malı olmaktadır. İsterse yeni yazılsın. Hemen şimdi söylensin. Gelenekten faydalandığımız şekilleriyle faydalanı­rız ondan.
Peki, şiirin bu durumunu nasıl tespit edeceğiz?
Çevrenize bakınız. Akademik bir yüz taşıyan dergileri, akımları, takımları ve bunların elemanlarınca kurulan kurumları, cemiyet, cemaat ve dernekleri inceleyiniz, yetiyor.
Bunlar, tek cepheli gözlükleriyle sınırlı bir alanı görürler. Burunlarının dikine giderlerken oradan buradan gelen has sesleri duymazlar, önlerine çıkan değerleri fark etmezler. İllâ ki kalıp isterler. Önceden hazırlanılmış şablonlarla yola çıkıp eften püften nedenlerle şiiri, özgür ruhun şiirini dışlamaya çalışırlar. İçlerine sindiremedikleri kendileri dışındaki fırtınaları hazmedemezler. (s. 97-98).
 
“Sipariş Şiir” başlığı altında şiirin tüketim metaı haline gelmesine isyan eder, eleştiri okları Yedi İklim’e çevrilir:
“Yalnız, elindeki çantanın üzerine çalakalem harflerle "şiir yazarı, şair" kabilinden ibareler yazıp ortalıkta dolaşan ve arzu edilmeyen mallar devşiren efendiler ortalıkta gezinir du­rumdalar. Göze batan örneklerin hangi birisini sayalım? İşte ikisi: Yedi İklim'in "Kudüs Özel Sayısı"ndan... Bizlerin Kudüs Hayallerine denk düşmeyen bu heyecansız ve kuru şiirlerin isimleri "Enkazdaki Haylaz Göz" ve "Kudüs"tür.. Şairleri mi? Dergi editörünü büyük bir sıkıntıdan kurtaran değerli iki genç arkadaşımız: Murat Menteş ve İmdat Demir.” (s. 103-104)
 
Yazar, üzerinde kalem oynattığı isme göre lafını eğip bükmez, ne söyleyecekse, ne söylenmesi gerekiyorsa söyler. Süleyman Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla isimli kitabı üzerine İsmet Özel’in yaptığı yanlı değerlendirmelere gösterilen tepki bu tavrı örnekler niteliktedir:
“Üstad, “şiir gelecek diye öyle uzun süre bekledim ki” diyor ve ekliyor: “Yaşı benden genç olup da Türk şiirine ilmek atanlara yıllar boyu dikkatle bakadurdum. “Hayır üstad, sizin genç şiirle ilgilendiğinize dair söyledikleriniz samimi değil. Belki çevrenizdeki “genç” sandıklarınızla “tarzınızı” çoğaltmalarına gayret sarf etmeleri doğrultusunda gayri ihtiyari bir ilgileniş söz konusu olabilir. Bunun yanında, gençleri “okuma zorunluluğu”nuz var mı? Bu noktada S. Çobanoğlu’nu da sağlıklı okuduğunuzdan pek emin değiliz.” (s. 89)
 
Akkanat’ın üslubu yer yer sertleşse de, bunu birilerini yerin dibine sokma gayreti olarak değil “net”liğin ifadesi olarak görmek daha doğru olacak. Kendisi şu sözlerle tutumunu açıklyor: “Bendeniz, elinde satır, “Kelle kesen Kör Hasan” değilim. Tersine, ıstıraplar vadisinde yüzmek zorunda kalan, mazlum ve mağdur bir halkın üyesiyim. Mutlu olmasına mutluyum. Fakat her yönden esen olumsuzluk fırtınaları bizi kışkırtıyor. Susmak yolunda aldığımız kararları bize çiğnetiyor. Ve böylelikle mayınlardan ibaret bir ülkede mürekkebî kanımızı serpip duruyoruz.” (s. 88) “Üçüncü Şahıslar ve İki Not” başlıklı yazıda şu sözleri sarf ediyor: “Aslında dostları üzmek, hiçbirisini incitmek istemiyorum. Mümkün olduğunca kardeşlik duygularıyla yaklaşıyorum onlara. Ortaya konulan olumsuz bazı manzaralara ise arada bir dokunduruyorum, o kadar. Hele hele şahsiyete yönelik rencide edici hiç bir tavrımız olmamıştır. Yazılarımızda küfre, alaya ve hakarete boyanmış sözler de yer almamıştır, şükür­ler olsun.” (s. 105)
 
“Netleşmek” başlığı altında Müslüman şairin poetikasına ve durması gereken noktaya dair yol gösterici ifadeler yer alıyor. Bu yazıdan önemli gördüğümüz birkaç paragrafı alıntılayalım ve gerisinin kitaptan okunmasını tavsiye edelim:
 
“Müslümanın ideolojisini ise Kur’an-ı Kerim ve Sünnet belirliyor.
Peki biz şiir çobanları… Ne yapacağız? Aynı kaynağın bizler için de geçerli olduğu, söz konusu daire içinde kalbî atışlar sergilememiz gerektiği bir gerçeklik. İdeolojisiz bir şiir düşünemiyorum.
Problem ne peki?
Kaynaklara bağlı ve genel kabul gören, geniş bir poetika ortaya koymak.
Aslında bu konuda oldukça birikim de var. Kur’an-ı Kerim derken Allah (C.C.)’nun “Yaratıcı” olarak “Hakikî Sanatçı” olduğunu da işaretlemek istiyorum. Dolayısıyla Kitab’ımızın hayatımızdaki diğer konumlarını. Resûlullah (S.A.V.)’in “Şair”liği, Müslüman şairlerin “hakikî modeli” olduğu unutulmamalı.
İçinde yaşadığımız coğrafyada eser veren ve kolay ulaşabildiğimiz evrensel şahsiyetler: Mevlânâ, Yunus, Fuzûlî, Şeyh Gâlib ve diğerleri.
Yüzyıl içinden ve yine aynı coğrafyadan: Mehmed Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve sonrakiler…” (s. 66)
 
“(Mutedir olmak), Müslüman şairin daha etkin olmasına bağlı. İnancından aldığı güçle sesini çıkarmalı. “İyi gürültüler” koparmasını öğrenmeli. Pısırık, eğik boyunlu, içi geçmiş bir halden ziyade fırtınaları terennüm etmeli.
Slogan denilen sığ tekerlemelerden söz etmiyorum tabi. Güzellikler, estetik zevkler ihtiva eden pırlantalardan dem vuruyorum. Her işinin güzel olması şart olan Müslüman kişinin şair denileni de şiirini güzel yazmalı, söylemeli.
Dirilten, uyarıcı lan bir şiir ortay koymalı Müslüman şair. Uyutan, boşluğa söylenilen, keyfî olan değil. (s. 67)
 
“Yeryüzünde konu ve tema olabilecek ne varsa şiirinde işleyebilir. Bununla birlikte bakış açısında ve mesajında tâvizkâr olamaz. İnsanî olan her şeyi dile getirirken, eni sonu, dininin icablarını gözetir, dikkate alır.
Şuara 227’nin ilk cümlesinde işaretlenenlerden olmamız duasıyla bu konuyu bırakıyorum.” (s. 67)
 
Yazımızı Cevat Akkanat’ın duasına amin diyerek bitirelim.