Yeni Dünya

            YENİ DÜNYA

            Sabaha karşıydı. Beyaz Saray’da her zamankinden farklı bir hareketlilik vardı. Tıpkı gündüz gibi tüm personel görev başındaydı. Çok geçmeden başkan da binaya geldi. Başkanının gelişiyle birlikte hareketlilik daha da arttı.

Başkan, yardımcılarıyla beraber vakit kaybetmeden toplantı salonuna girdi. Salondaki yaklaşık yirmi kişi hemen ayağa kalktı. Başkanın işaretiyle de yerlerine oturdular.

            Başkan tedirgin bir tavırla “durum nedir?” diye sordu. Salondaki en yaşlı üye “Yeni bir gezegen başkanım” dedi. Üzerinde hayat olan yeni bir gezegen keşfettik.” Yaşlı üye son derece heyecanlıydı. Uzun uzun gezegenin uzaklığından jeolojik özelliklerinden bahsetti. Gezegenin etrafında bir gaz bulutu var diyordu, bu atmosfer olabilir ve su var diyordu. Dolayısıyla hayat var. Başkan sabırla dinliyordu. Tedirginliği yerini sevince bıraktı.

            “Kimler biliyor” dedi. Yaşlı üye sadece bu salondakiler ve keşfi yapan NASA’nın Türk bilim adamları dedi.

            Başkan “bu bir sır olarak kalacak. Basına bilgi verilmeyecek. Hemen bir uzay aracı hazırlayıp gönderin. Araştırmaya ek kaynak aktarın”

            Toplantı öğlen saatlerine kadar sürdü. Hemen ertesi gün uzay aracı çalışmalarına başlandı. Herkes büyük bir heyecan içerisindeydi. Bilhassa keşfi yapan Türk bilim adamları bu yeni gezegenle yatıp kalkıyorlardı. Yeni gezegene Anadolu adını verdiler. Her şey planlandığı gibi devam ediyordu. Tek olumsuzluk basına bilgi sızdırılmasıydı. Başkanın uyarsına rağmen bilgi gizli tutulamamıştı. CIA bu konu üzerinde araştırmalar yapmasına rağmen suçluyu tespit edemedi. Önce CNN ardından da BBC flaş haber olarak yeni gezegeni haber yaptı. Haber uzun süre gündemi meşgul etti. Uzmanlar üzerinde hayat bulunan yeni gezegeni bir devrim olarak değerlendiriyorlardı. Haberin duyulmasının ardından onlarca bilim kurgu roman yazıldı, birkaç tane de film yapıldı. Herkes merak içerisinde yeni gezegenden gelecek haberleri bekliyordu. Bazıları komplo teorileri üzerinde duruyor, gezegenin yeni stratejik hedefler için kullanılacağından kimileri buranın çok önceden beri var olan Amerika’ya ait bir silah deposu olduğundan kimileri ise küresel tehditlerle dünyanın sonunun geldiğini dünyanın önde gelen insanlarının buralara yerleşeceğini ve dünyanın yok olacağını ileri sürüyordu. Kimileri ise olayı mistik şekilde değerlendiriyor, öbür dünya diye tabir olunan yerin burası olduğunu, insanlığın bilinmezleri arasında yer alan birçok şeyin burada var olduğunu düşünüyordu. Birkaç yıl içerisinde bu gezegene ilk astronotlar gönderilebilecekti. Yeni gezegene gidecek astronotlar da belirlenmişti. İlk etapta 6 kişi seçildi. Bunlardan 3’ü Türk 2’si İngiliz’di. Kafile başkanı ise Kanadalıydı. Uzay aracının fırlatılmasına birkaç hafta kala İngiliz astronotlardan birisi kalp krizi geçirdi. Kalbi bu büyük keşfe dayanamamıştı. Kimse yanaşmayınca İngiliz’in yerine bir Türk astronot daha seçildi.

            Başkanın da hazır bulunduğu görkemli bir törenle uzay aracı fırlatıldı. Ve dünya nefesini tutmuş astronotlardan gelecek haberleri bekliyordu. Bir süre sonra uzay aracından gezegene yaklaştıkları haberi geldi.

            Gezegen tam karşılarındaydı. Kanadalı yaşlı kafile başkanı astronotlara “baylar benden izinsiz en küçük bir hareket bile yapmayın” uyarsını yaptı. Sonra da gezegenin resimlerinin ve görüntülerinin çekilmesini söyledi. Gezegene yaklaştıkça astronotların korku ve şaşkınlıkları artıyordu. Gezegen tıpkı dünyaya benziyordu. Çok geçmeden tıpkı ay gibi etrafında dönen bir uydusunun olduğunu fark ettiler. Kanadalı yaşlı astronot, gözünü kırpmaksızın gözlem yapıyordu. Akşama doğru yerinden kalkarak, hesaplar yapmaya başladı. “çok ilginç diye mırıldandı. Ayla aynı ölçülerde. Gezgenin çevresi de dünyaya yakın. Gezegenin etrafında turlar atarak incelemelerini sürdürdüler. Zaman zaman dünyadan gönderilen uydulara benzer uydularla karşılaşıyorlardı. Kanadalı astronot şaşkındı. Fakat yılların tecrübesiyle temkinli konuştu “Burada uzaylılarla karşılaşabiliriz” dedi. Uzay aracında bir korku hâkimdi. Kimse neyle karşılaşacağını bilmiyordu. “biraz daha yaklaşalım dedi. Biraz daha yaklaştıklarında ise, gezegenin tıpkı dünya gibi büyük kısmının su olduğunu gördüler. Gezegen kendi etrafında dönüyordu. Kuzeyinde ve güneyinde beyazlıklar vardı. Kanadalı astronot, “baylar dedi, bu mümkün değil ama lütfen hesaplarımızı tekrar gözden geçirelim. Uzay boşluğunda bir kara deliğe girmiş olabiliriz veya ilerlemek yerine kendi etrafımızda dönmüş ve tekrar geldiğimiz yere yani dünyaya gelmiş olabiliriz. Çünkü burası bizim gezegenimize çok benziyor” ama hesaplarda hiçbir yanlışlık yoktu. Her şey normaldi. Dünya çok gerilerde kalmıştı.

            Günlerce gezegenin etrafında dönüp durdular. Artık astronotlar bir hareket bekliyorlar veya en azından bir açıklama istiyorlardı. Nihayet bir gün Kanadalı astronot “baylar uyduya iniyoruz dedi. Uyduya çok başarılı bir iniş yaptılar. En önde Kanadalı astronot bay Wilson ardından da diğerleri gemiden indiler. Hepsinin içinde de tarifsiz bir korku ve heyecan vardı. Uyduda su bulamadılar. Bolca taş ve toprak örneği alarak gemiye döndüler. Wilson yaşlı gözleriyle toplanan örnekleri inceledi. Sürekli bu olamaz bu olamaz diye mırıldanıyordu. Bu örnekler tıpkı bizim uydumuz aydakilere benziyor. Astronotların korkusu iyice artmıştı.

            Ertesi gün Wilson beklenen açıklmayı yaptı. “buradan geri dönüş yok. Bilim adına kendimizi feda edebiliriz. Bugün gezegene iniş yapacağız. Bizi orada neyin beklediğini bilmiyoruz. Belki canavarlar belki uzaylılar, belki de bize benzer canlılar. Hiçbir şey bulamaya da biliriz. Gezegene inemeden gemimiz parçalanabilir. Gezegenden çıkamayabiliriz.” Bu sözlerden sonra Wilson belinden eski bir tabanca çıkartarak. Devam etti “Ben bilim adına gemiyi gezegene indireceğim. Benimle gelmek istemeyeni öldürmek zorundayım. Olumsuz bir hareket gezegene inemememize yol açar. Uzay boşluğunda kayboluruz. Ve dünyadan bir daha kimse buraya gelemez. Evet baylar gelmek istemeyen var mı?” kimse cevap vermeyince Wilson “haydi çocuklar, kimin patron olduğunu gösterelim şu lanet uzay böceklerine” diyerek hareket komutunu verdi.

            Beklenenin aksine kolay bir iniş olmuştu. Fakat her yer karanlıktı. Uzay gemisinin ışığından belli belirsiz bitkiler ve toprak parçaları görünüyordu. Wilson hesaplarım doğruysa burada da tıpkı dünyadaki gibi gece gündüz yaşanıyor, dedi. Yapacağımız ilk iş gemimizi kamufle etmek. Astronotlar merakla bu işin nasıl olacağını sordular. Wilson bekleyeceğiz dedi. Tıpkı bizdeki gibi şafak vakti olmalı. Etraf aydınlanırken uygun bir yer bulmalıyız. Türk astronotlardan Ali Yalçın “Bay Wilson ya buradaki canlılar gece ortalığa çıkıyor, gündüz kayboluyorlarsa. Yani bizdekinin tersi.” Wilson, Ali Yalçın’a dönerek “bekleyeceğiz mister bekleyeceğiz. Biz bir zar atıyoruz ya kazanacağız ya kaybedeceğiz.” Dedi. Wilson’un söylediği çıkmıştı. Birkaç saat sonra gün ağarmaya başladı. İndikleri yer bir deniz kıyısıydı. Gemidekiler gözlerine inanamıyorlardı. Wilson sürekli “Bu olmaz, bu olamaz” diye mırıldanıyordu. Bulundukları yer sanki dünyadan bir parça gibiydi. Ağaçlar, deniz, tarlalar, çalılıklar çiçekler.. Her şey dünyadakiyle aynıydı. Wilson şu kayalıkların arasına doğru ilerleyelim dedi. Bu arada Türk astronotlardan Hasan Altın geminin içine vuran ışığa bakarak “a güneş” deyiverdi. Wilson sert bir hareketle dönerek “lütfen ciddi olun Altın, burası başka bir gezegen dedi. Gemiyi mağara gibi bir yere koydular. Wilson yine derin düşüncelere daldı. Bir süre sonra ise mürettebatı toplayarak “baylar dedi. Sizlerden hesaplarımızı bir defa daha kontrol etmenizi isteyeceğim. Eski bir Kızılderili atasözü der ki oyunun sonunda gülünç duruma düşeceğine başında gülünç duruma düş. Galiba biz bir karadeliğe düştük ve tekrar dünyaya savrulduk. Astronotlar hesapları tekrar gözden geçirdiler. Ama hiçbir yanlışlık yoktu. Burası başka bir gezegendi. Wilson sonuçları bizzat kendisi inceledi ve yine mırıldanmaya başladı “bu olamaz, bu olamaz” ortalık iyice aydınlanmıştı. Ve astronotlara dönerek “eğer dedi dünya ile aynı evrelerden geçmişse aynı jeolojik özelliklere sahip olabilir.” Dışarı çıkıyoruz. Astronotlar elbiselerini giydiler. En başta Wilson ardından diğerleri çıktı. Wilson son bir hatırlatma yaparak “bu bir keşif çıkışıdır. Benden izinsiz hiçbir şey yapmayın. Ve dikkatli olun.” Gemiden fazla uzaklaşmadan yürümeye başladılar. İlkokul çocukları gibi tek sıra halinde yürüyorlardı. Wilson sürekli aklından tespitler yapıyordu. Yer çekimi vardı, yaşam olabilirdi. Farkında olmadan gemiden uzaklaşmışlardı. Denizin kıyısına kadar inip su kum örnekleri aldılar. Küçük bir burnu dönmüşlerdi ki karşılarına iki kişiyle burun buruna geldiler. Wilson kıpırdayamamıştı ama iki kişi bağırarak geri dönmüşler ve koşarak uzaklaşmışlardı. Wilson astronotlara gemiye dönmelerini işaret etti. Gemiye döndüklerinde hepsinin yüzleri korkudan bembeyazdı. Wilson’sa sürekli “Bu olamaz, bu olamaz” diye mırıldanıyordu. Diğer astronotlar “Bunlar insandı” diye ısrar ettilerse de Wilson kabul etmiyordu. “Canlı oldukları doğru ama bu insan oldukları anlamına gelmez” diyordu. Aldıkları su ve kum örneklerini incelemeye başladılar. Wilson su için raporuna ‘bir çeşit sıvı’ ifadesini yazıyordu ki. Türk astronot Selim Güler, parmağıyla suyu tadıp “Yav bu bildiğimiz deniz suyu dedi.” Wilson “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz Güler ben size benden izinsiz hiçbir şey yapmayın demedim mi? Sizin yaptığınızı çocuk yapmaz.” diye azarladı. Selim Güler bunun üzerine Wilson’dan kostümsüz dışarı çıkmak için izin istedi. Wilson “Hayır buna izin vermem bu intihar olur” dedi. Selim güler ısrar ediyordu. Wilson ise izin vermiyordu. Selim Güler “Ben çıkacağım” dedi. Wilson “Sizi rapor ederim Güler. Beni buna mecbur etmeyin” dedi. Güler dinlemiyordu. Kapıya doğru yönelerek “Hasan aç kapıyı” dedi. Wilson “Engel olun” diyordu, herkes merakla ne olacağına bakıyordu. Wilson İngiliz’e dönerek “Mr. Gardener engel olun” dedi. Ama Güler dinlemeyerek dışarı çıktı. On, on beş dakika dışarıda dolaştı. Gemidekiler merakla ne olacağına bakıyorlardı. Güler elini kolunu sallayarak geldi. İçerdekiler ne hissettin ne oldu diyorlardı. Wilson başını ellerinin arasına alıp sağa sola sallıyordu. “lanet herif, vücudunu inceleyin yanık var mı? Oksijen oranına bakın.. Hasan güler benim bir şeyim yok diyordu. Burası aynı bizim oralar gibi. Hava çok sıcak.” Değerleri normaldi.

            Wilson hesapların başına kendisi geçti. Uzun uzun inceledi. Sürekli “Bu olamaz bu olamaz” diyordu. Mutlaka bir yanlışlık var. Biz dünyaya geldik. Ama hesaplar doğruydu. Wilson “Bu olamaz bu olamaz” diyerek tekrar hesapladı. Yine aynıydı.. Astronotların yanına gelerek, “Güler bu olayı unutalım, raporuma eklemeyeceğim. Bir daha emirlerimden çıkmayınız. Çok tuhaf bir durum karşısındayız baylar. Şimdi beraber dışarı çıkacağız. Yalnız bay Gardener gemide kalacak. Gardener, tehlike anında silahları kullanmaktan çekinmeyiniz.”

            Wilson önde 3 Türk astronot arkada kostümleri olmadan dışarı çıktılar. Wilson sürekli “Bu olamaz, bu olamaz, bu olamaz” diye mırıldanıyordu. Dışarı çıktıktan sonra gemiyi iyice kamufle ettiler. Sahile doğru ilerleyecekken. Etraftan sesler duymaya başladılar. Hemen çalılıkların arasına saklandılar. Karşılarında yaklaşık yirmi kişilik bir grup belirdi. Grupta kameralar fotoğraf makineleri görünüyordu. İçlerinden ikisi biraz önce karşılaştıkları kişilerdi. Bir tanesi “ işte şurdalardı valla. Amcoğlu da gördü. Değil mi lan?” diyor “diğeri “gördük ya 15 kişiydiler. Ellerinde silahlar vardı.” “nah on numara uzaylı baba” gibi sözler ediyorlardı. Kameralar iki kişiyi ve etrafı çektiler. Yaklaşık bir saat sonra da dağıldılar. Wilson sürekli “Bu olamaz, bu olamaz” diye mırıldanıyordu. “Gemiye dönelim” dedi. Gemiye döndüklerinde bir durum değerlendirmesi yaptılar. Kıyafetler aynı, dil aynı, hatta hareketler bile aynı.. Ama Wilson hiç iyi görünmüyordu. Türk astronotlar “Adamlar Türkçe konuşuyorlardı” dedi. Wilson sürekli “Bu olamaz, bu olamaz” diyordu. Gemide kalan İngiliz astronot Gardener ben sesleri kaydettim dedi. Sesleri tekrar dinlediler. Türkçe konuşuluyordu. Wilson “Bu olamaz, bu olmaz” diyerek tekrar hesapları kontrol etti. Ve durup dururken kahkahalar atmaya başladı. “Bu olmaz, bu olamaz” diyor bir taraftan da kahkaha atıyordu. Astronotlar Wilson’un artık ekibe başkanlık yapamayacağına karar verdiler. Ve onu araştırmalar bitinceye kadar geminin uygun bir yerine kapatmayı uygun buldular.

            Türkler İngiliz astronotu gemide nöbetçi bırakarak dışarı çıktılar. Bu defa gezegende yaşayanlarla karşılaşmaya karar verdiler. Attıkları her adımda şaşkınlıkları daha da artıyordu. Ali “Burası Alanya be” dedi. Bizi bu Wilson Alanya’ya getirdi. Akşama kadar hiçbir zorlukla karşılaşmadan dolaştılar. İnanılacak gibi değildi. Her şey Türkiye’yle aynıydı. Gemiye dönüp tekrar durum değerlendirmesi yaptılar. Sonra da Wilson’un sözlerini hatırladılar “eğer dünya ile aynı evrelerden geçmişse aynı jeolojik özelliklere sahip olabilir.” Hesapları son bir defa daha gözden geçirdiler. Dünyayla iletişim kurarak o zamana kadarki sonuçları bildirdiler. Tekrar dünyaya dönmüş olma ihtimallerini sordular. Cevap kesindi “Hayır dünyada değilsiniz”

            Ertesi gün sabahtan çıktılar. İnanılacak gibi değildi. Böyle bir şey mümkün olamazdı. Her şey dünyadakiyle aynıydı. Sahil boyunca yürüdüler. Karşılarına oteller çıktı. Nasıl alış veriş yaptıklarını merak ediyorlardı. Bir süre etrafı seyrettiler. İnsanlar dolarla alış veriş yapıyorlardı. Hasan çıldırmamak işten değil dedi. Otelden uzaklaştılar. Bir yerleşim yerine geldiler. Arabalar, otobüsler her şey dünyadakiyle aynıydı. Yerleşim yerinde Türk Lirası da kullanılıyordu. Ali gazete alıp günlük gelişmeleri görmek istedi fakat yanlarında para yoktu. Akıllarına dünyadan yeni gezegene para transferi yaptırmak gibi fikirler geliyordu. Sanki farklı bir gezegende değil farklı bir şehirdelerdi. Selim biz burada işe girmeliyiz. Dedi. Neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Gezegen hakkında pek bir şey de bilmiyorlardı. İşe girmek yerine seyyar satıcılık yapmaya karar verdiler. Gemiye dönüp satabilecekleri bir şeyler aradılar. Fakat gemideki malzemeler hep araştırmaya incelemeye yönelikti. Sonunda wilsonun eski tabancasını satmaya karar verdiler. Tabancanın parasıyla tişört alıp satmaya başladılar.

            Aradan tam iki yıl geçmişti. uzun süredir haber alınamayan uzay aracından dünyaya döneceklerine dair haber gelmişti. Uzay üssünde büyük bir kalabalık vardı. Dünyanın her tarafından gazeteciler, televizyoncular ve meraklıklılar toplanmıştı. Aralarında başkanın da bulunduğu devlet adamları da hazır bekliyordu. Büyük bir tören hazırlanmıştı. Öğle saatlerine doğru aracın atmosfere girdiği haberi geldi. Çok geçmeden gemi üsse iniş yaptı. Kameralar çoktan Canlı yayına geçmişti. geminin kapısı açıldı. Dünya nefesini tutmuş kapıdan çıkacak astronotları bekliyordu. Önce Türk astronot Hasan Güler göründü kapıda. Herkes uzay kıyafetleriyle beklerken, Hasan Güler sanki uçaktan iniyor gibi giyinmişti. Gözünde güneş gözlüğü ayağında şort ve sandalet. Elinde valiz. Arkasından İngiliz astronot Erick Gardener çıktı. O da Hasan’dan çok farklı değildi. İkisi de bir süre kapıda durup poz verdiler. Dünyayı hasretle seyrettiler. Merdivenlerden de ilk Hasan Güler indi iner inmez üzerine gelen gazeteci ordusuna aldırmadan eğilip toprağı öptü. Gözler geminin kapısındaydı ama başka inen yoktu. Onlarca mikrofon Hasan Güler’e ve Erick Gardener’a uzatıldı. Astronotlar açıklama başlayacakken siyah bir araba kalabalığın arasından astronotlara yaklaştı. Arabadan inen korumalar gazetecilere dağıtarak astronotların arabaya binmelerini sağladılar. Medya ordusu bir açıklama bekliyordu. Nasa başkanı kameraları karşısına alarak astronotların yorgun olduklarını ertesi gün bir basın toplantısıyla gerekli açıklamayı yapacakarını söyledi. Gazeteciler peşpeşe sorular soruyorladı. En çok merak edilen ise diğer dört astronotun akıbetiydi. Nasa başkanı yarın her şeyi öğreneceğiz diyerek soruları cevapsın bıraktı. bütün tvler astronotların dönüşünü yayınlarını keserek bildirdiler. Herkes merak içinde ertesi günü bekliyordu.

            Astronotlar hemen gizli bir yere götürülüp sorguya çekildiler. Sabaha karşı dinlemeleri için otele geçmelerine izin verildi. Herkes şaşkındı. Astronotların anlattıklarına inanamıyorlardı. Beyaz sarayda yapılan toplantı neticesinde astronotların basına açıklama yapabilecekleri kararı alındı.

            Heyet adına ki heyetten iki kişi dönmüştü. Hasan açıklama yapacaktı. Dünyanın her yerinden gelen basın mensupları bir spor salonuna toplandı. Kürsüye gardener ve hasan berbaer geldiler. Gardener gerekli açıklmaya Hasan Güler yapacak diyerek kenara çekildi.

            Hasan Güler mikrofona gelerek. Değerli basın mensupları, iki yıldır yeni gezegendeydik. Bu uzay araştırmaları için çok uzun bir süre. Fakat bizim raporumuz sadece birkaç kelimeden ibaret “Yeni gezegendeki her şey dünya ile aynı” bu sözler tün dünyayı şok etmişti. “Yeni gezegendeki her şey Türkiye ile aynı” soracağınız bütün sorulara vereceğim tek cevap budur.

            Hayır olamaz diye sesler geliyordu. Böyle olamaz. Hasan soğukkanlılığını kaybetmeden inanması zor ama böyle dedi. Salondakilerden dağlar, taşlar, iklim insanlar gibi sesler geliyordu. Hasan her şey aynı dedi.

            Bildiğiniz gibi biz 6 kişi olarak gitmiştik. Diğer dört astronot ne oldu diye soracak olursanız. Başkanımız James Wilson, gezegendeki her şeyin buradakiyle aynı olmasını yaşlı bünyesi kaldıramadı. Keşfin ilk günlerinde akli dengesini kaybetti. Bir süre gemide kapalı tutmak zorunda kaldık. Daha sonra durumu ağırlaştı. Hastaneye kaldırmak gerekti. Fakat bizim o gezegende sağlık güvencemiz yoktu. Ekibimizden Ali, akıl hastanesinde bir hasta bakıcı ayarladı. Rüşvet vererek gerekli işlemleri yaptırdık. Ve hastaneye yatırdık. Bir yıl sonra ise ölüm haberini getirdiler. Resmi işlemler çok uzun olduğundan ve cenaze masrafları çok pahalı olduğundan kimsesizler mezarlığına gömdürmek zorunda kaldık. Çünkü orada elimize aylık asgari ücret geçiyordu.

Evler,

            Yollar

            Su

            Toprak           

            Hava

            -her şey aynı

            Selime gelince, selim orada bir kızla evlendi. Bir oğlu oldu karısı ikinci çocuğa hamile. Dünyadaki herkese selam söyledi. Oğlunun adına dünya koydu.

            Bülent Altınay’ı ise ne yazık ki elim bir şekilde kaybettik. Selimin düğününe gitmiştik. Düğünde havaya ateş açıyorlardı. Tam olarak ne olduğunu da anlayamadık. Birden Bülent yere yığıldı. Hastaneye yetişemeden yolda hayatını kaybetti. Tabi polis geldi. Arama yaptılar, birkaç kişiyi de tutuklayıp götürdüler. Avukatlar bir şey çıkmaz dese de biz davacı olduk. Üç duruşma oldu. Daha davaya bile geçilemedi. Bekliyoruz.

            Devlet şekli

            Para

            Trafik

            Aynı arkadaşlar. Her şey aynı. Hatta şöyle bir olay oldu. Dönüş hazırlaıklarımızı yapmaya başlamıştık. O aralar gemiye hırsız girmiş. Wilsonun sesinden korkmuş olacak kaçmış. Kaçarken de çok önemli bir parçayı kırmış. O parça olmadan dünyaya dönmemiz imkansızdı. Ali’nin yanına gittik. Daha sonra gemiyi gece el ayak çekildikten sonra çekiciyle oto sanayiye soktuk. Dikkat çekmedi mi diyeceksiniz. Film için kullanacağız dedik. Sorun olmadı. Orada çıkma bir kamyon parçası buldular. Gelirken ne olur ne olmaz diyerek yavaş gelmek zorunda kaldık.

            -aynı arkadaşlar her şey aynı

            İmkansız

            Bu mümkün değil

            -mümkün. James Wilson da inanmamanın kurbanı. Yaşayan en büyük astronot bu uğurda aklını yitirdi.

            Ali Yalçın, sahte kimlikle o gezegenin vatandaşı oldu. Ve orada bir mağaza açtı. Araştırmalarımızı daha rahat sürdürebilmek için oranın insanları gibi yaşamamız gerektiğini düşündük. Para kazanmak için işportacılık yaptık. Bir süre tişört alıp sattık. Ali Yalçın ticaretten anlıyor. İlk yılın sonunda bir mağaza açtık. Ali yalçın yasadışı işlere girişti. Otopark işine girdi. Çete üyesi olmaktan tutuklandı.

            İnsanlar

            Aynı

            Hayvanlar

            Aynı aynı         

Dil

            Türkçe, aynı

            Din

            …..

            Din de mi aynı?

            Sevgili medya mensupları bu noktayı en sona bırakmak istemiştim. Zaten söyleyeceğim bir şey de kalmadı. Gördüğünüz gibi kullandığım tek kelime “aynı” bizim uzay yolculuğumuzun raporu “her şey Türkiye’yle aynı” evet bundan ibaret. İki sene içerisinde gezegenin çoğu yerini gezdik. Tespit ettiğimiz tek fark din

            Buradaki insanların din anlayışları bizim gibi değil. Bu iki sene zarfında kimbilir kaç defa James Wilson’un düştüğü duruma düşebilirdik. Bizim en büyük avantajımız Türk olmaktı. Orayı kendi memleketimiz gibi kabul ettik. Ve birçok şeyi sorgulamadan benimsedik. Dinleri bizim inançlarımıza benzemiyor. Gezegenin insanları semavi varlıklara tapmıyorlar. Daha çok kendi ortaya koyduklarına inanıyorlar. Yine kendi belirledikleri şekilde ibadet ediyorlar. Kimileri kendi yaptığı basit heykellere tapıyor. Bu heykellerin ille de tunç veya mermer olması gerekmiyor. Mutlaka bir şeylere veya birilerine benzemesi de gerekmiyor. Kağıttan, topraktan veya cahiliye dönemindekine benzer hamurdan bile olabiliyor. Biz ortak inanç değerleri aradık. Fakat pek bir şey bulamadık. Bazıları işine tapıyor, bazıları eşine.. Bazıları evde beslediği köpeğe, bazıları mutfaktaki kaşığa. Kimileri kendi vicdanına tapıyor, kimileri kendi aklına. Kanunlara tapanlar da var. Kimileri oturduğu koltuğa tapıyor. Kimileri ceketine kravatına.

            Bizim dikkatimizi çeken ilginç bir nokta ise “öcü” kavramı. Bilirsiniz bizde öcü diye çocuklara korkuturlar. Öcüyü ne kimse görmüştür, ne de böyle bir şey vardır. Burada insanlar öcü diye başı örtülü dolaşanlara diyorlar. Ama gariptir sorduğumuzda halkın büyük kısmı başörtüsünü destekliyor. Peki nasıl böyle bir durum ortaya çıkıyor? Bir kısmı korkuyor, diğer kısım bu korkunç varlıkları destekliyor. Bilmiyoruz. Wilson’un sonunu bu tür sorular hazırladı. Başörtülü birisi caddede sokakta görüldüğü zaman insanlar öcü diyerek bağrışıp kaçışmaya başlıyorlar. Esnaflar kepenklerini indiriyorlar, zamanı olmayanlar dükkânlarına girip kapıyı kilitliyorlar. Bir gün işlek bir caddeye tezgah açmıştık. Öcü geliyor diye sesler duyulmaya başlandı. Ortalık birden hareketlendi. Millet kaçışmaya başladı. Biz araştırmak için acaba ne olacak diye bakarken yan tarafımıza öcü diye bağırarak iki kişi düştü. Sonradan öğrendik ki onuncu katta balkonda otururlarken öcü sesini duyunca baş örtülelerin kendi binalarına girdiğini sanmışlar ve aşağı atlamışlar. İkisi de paramparça oldu. Koskoca cadde birden boşalıvermti. Yalnızca 4-5 yaşlarında bir çocuk ve biz vardık. Kadını bir tanesi sığındığı dükkanın camekanına dayanmış “kurtarın çocuğumu” diye çırpınıyordu. Başörtülü kişi ise yavaş adımlarla önümüzden geçip gitti. Bize hiçbir şey yapmadı. Başka kimseye de bir şey yaptığını görmedik. Ertesi gün gazetenin birisinin manşetinde “Cumhuriyet caddesinde irtica” diye haber oldu. Başörtülü birini gördüler mi taşıtlar bile sağa sola dönerek kaçıyorlar. Birkaç defa bu yüzden kaza olduğunu da gördük. Başörtülülerden herkes korkuyor. Oysa pek farkları yok gibi. Bu insanları diğerlerinin gözünde korkunç yapan şey nedir bilmiyoruz. Neden diye de sormuyoruz. Çünkü orada bize en çok lazım olan akıl, sağduyu ve soğukkanlılık. Wilson bunları araştırmanı sonuna kadar koruyamadığı için dünyaya dönemedi.


Yorumlar - Yorum Yaz