Bizim Köyün Ramboları (Öyle Sandım)

         BİZİM KÖYÜN RAMBOLARI (ÖYLE SANDIM) 

         Bizim kasabada, gençlerin iki düşüncesi vardır, birisi askerlik, öbürü evlilik. Bu yüzden gençler arasında hep bu iki şeyin sohbeti yapılır. Askerden dönenler de yeni evlenenler de maceralarını anlata anlata bitiremezler. Tabi bizim gibi yeni yetmeler büyükleri ağzı açık dinlerler. Akşama kadar sohbet ettiğimiz bu iki şeyin akşam yatakta hayalini kurar, sabaha kadar da rüyasını görürüz. Sabah olunca benim gibi bekâr olup askere gitmeyenler birbirimize rüyalarımızı anlatırız. Kimimiz, sabaha kadar ülkeyi kurtarır, kimisi hızını alamaz, gider, Amerika’yı yerle yeksan eder, sabah gün ağarırken bizim Yumru tepeden iner gelir. Kimisi de önce komşusunun kızından başlar, ne kadar manken varsa… neyse.

Bir defasında hiç unutmam ilkokuldayız. Öğretmenimiz, bizim sınıfa “Çocuklar büyünce ne yapacaksınız?” diye sordu. Bizim Recep hemen parmağı kaldırıp heyecanla “Öğretmenim öğretmenim, ben biliyorum” dedi. Öğretmen “söyle” deyince de:

-“Askerlik” dediydi. Öğretmen:

-“Yok oğlum büyünce ne olacaksın, onu soruyorum” deyince de aynı heyecanla:

-“Damat olacam öğretmenim” dedi. Öğretmen:

-“Oğlum onu sormuyorum, sen büyüyünce ne olacaksın onu soruyorum”, deyince de

-“Bizim kızın çocuğu olunca dayı olurum”, demişti. Öğretmen çok sinirlendi, Recep’i aldı ayağının altına, bastı sopayı. O sinirle sınıfa dönüp:

-Yavrum siz ilerde ne olacaksınız yahu, ne olacaksınız? dedi. Biz korkudan sesimizi çıkaramadık, öğretmen bu defa Salih’e dönüp

-“Sen söyle Salih sen ne olacaksın?” dedi. Salih korkudan tir tir titriyor:

-“Ben de asker olacağım öğretmenim.” Öğretmen:

-“Güzel oğlum, canım yavrum onu sormuyorum, anlamıyor musun?” deyince Salih:

-“Valla öğretmenim benim Recep gibi bacım yok ben olsam olsam amca olurum”, dedi. Öğretmen Salih’i de ayağının altına aldı. Bu defa kızlara dönüp:

-“Zeynep kızım sen söyle?” dedi. Zeynep:

-“Öğretmenim ben dayı da olamam amca da olamam. Ben teyze veya hala olurum” dedi. Öğretmen bir başka kıza dönüp:

-Kızım iş iş! Büyüyünce ne iş yapacaksın onu soruyorum onuuuu? diye bağırınca Zeliha:

-“Öğretmenim kocam ne derse o işi yaparım” demişti. Öğretmen Zeliha’ya da üç beş tokat vurup ağlattı. Bizim teyze kızı Nuriye’yi kaldırıp:

-“Sen söyle. İş, meslek soruyorum. Doktor, mühendis, öğretmen gibi. Anladın mı iş?” Bizim teyze kızı:

-“Ha onu mu soruyorsunuz?” deyince, öğretmen biraz rahatladı, hafiften de güldü.

-“Hah bak aferin, anladın. Söyle bakalım sen ne iş, ne meslek yapacaksın, ne olmak istiyorsun?” Nuriye:

-“Kocam bilir öğretmenim”, dedi. Öğretmen deliye döndü, bizim sınıfı bir temiz sıra dayağına çekti. Sonra da

-“Size 5 dakika müsaade çabuk birer meslek düşünün” dedi.

Ben çocukken askere gidip gelenleri dinleyince her birini birer Rambo gibi görürdüm. Öyle şeyler anlatırlar öyle şeyler anlatırlardı ki sormayın. Hepsi birer kahraman, hepsi birer cengâver. Bir ara bizim amcaoğlu Şükrü, askerliğini onbaşı olarak yapmış olan Yağır’ın Ali’ye “Ali abi, senin rütben mi büyük yoksa generalin mi be?” diye sorunca Ali “General de kim oluyo benim yanımda, ben koskoca on başıydım” dedi. Daha sonra Kara Memiş askerliği çavuş olarak yapıp geldi, bu defa ben sordum “Senin rütbe generalden büyük müydü?” diye “General kim oluyo yav” dedi. “Ya onbaşı” dedim. “Onbaşı da benden emir alır” dedi. Ben herhalde bizim Memiş abi koca askeriyeyi tek başına idare etti sandım. Sınıfta bu olay geldi aklıma. O zamanlar bizim amcaoğlu Şükrü’yle yan yana oturuyoruz. Ona:

-“Emmioğlu sen onbaşı de”, dedim. Aklım sıra ben de çavuş diyeceğim ki hem Şükrü’den üst rütbe, hem de öğretmenin gözüne gireceğim. Ben “onbaşı” deyince emmioğlunun jeton düştü, belli ki o hadiseyi hatırladı. Hemen parmak kaldırdı, o parmak kaldırınca ben kopya verdiğime pişman oldum, hemen ben de parmak kaldırdım. Öğretmen, önce Şükrü’ye söz verdi. Şükrü:

-“Öğretmenim ben büyüyünce onbaşı olacağım.” der demez, şap diye tokadı suratına yedi. Arkasından bir daha, bir daha. Cüneyt Arkın filmlerinde böyle dayak seyretmemişimdir. Sınıftan iki kız bir erkek öğrenci altına işedi. Öğretmenin yüzü mosmor. Bana döndü:

-“Sen söyle”, dedi. Böyle deyince ben de donuma az bir şey kaçırdım.

-“Ben ben, hiçbir şey olmayacağım öğretmenim, dedim, zaten benden bi bok olmaz” dedim. Öğretmen:

-“Ne bok yemeye parmak kaldırdın len o zaman?” dedi. İki tokat da bana çaktı ama ne tokat. Eve varasıya kadar yüzüm yandı, durdu.

Velhasıl o gün öğretmen neredeyse kafayı bozacaktı. Bu olayın üzerine çok geçmedi tayin isteyip gitti zaten. Dervişin fikri neyse zikri odur demişler. Bizim de fikrimizde askerlik ve evlilik hayalinden başka bir şey yoktu.

Biz ikincisini bırakıp birinci hayalden askerlikten bahsetmeye devam edelim.

Böyle askerlik anısı dinleye dinleye büyüdük. Sevk dönemi geldikçe içimde bir korku.. Gözümde büyütmüşüm bir defa. Gideceğim yer askeriye değil de farklı bir dünya farklı bir gezegen gibi.

Bizim kasabada askere gidenleri herkes yemeğe davet eder. Köyün gençleri hep beraber ev ev gezerler. Böyle bir ay falan tertiplerle dolaştık. Yedik içtik eğlendik. Herkes bir yiyorsa ben iki yiyorum. Ben zaten zayıf çelimsiz birisiyim, bu askerliğin zorluğuna dayanamam acemi birliğinde ilk haftada ben, kesin nalları dikerim diyorum kendi kendime. Yiyebildiğim kadar yiyeceğim.

            Derken bizim askere gitme günü geldi, çattı. Eş dost, konu komşu herkes toplandı, bir tarafta davul çalar, bir tarafta zurna. Kahraman gibi askere uğurlandık. Otobüsten adımımı atıp da otogardan çıkınca ben bir tuhaf hissetmeye başladım. Ne bileyim önce ağlayacak gibi oldum, sonra başım döner gibi oldu, hasta gibi, biraz saf gibi biraz salak gibi bir şey oldum..

            Otobüste yanımdaki adam, “Yolculuk nereye?” dedi, “Heh?” demişim. “Yolculuk diyorum, dedi adam, ne tarafa?” Ne dediğini anlamadım. “Yolculuk yolculuk.. dedi. Nerede inecen?” artık 4. soruşunda mı 5. soruşunda mı ne, adamın nerede ineceğimi sorduğunu anladım. “Eskişehir” demişim, aslında ben Ankara’ya gidecektim. Adam “Sen yanlış binmişsin bu otobüs Eskişehir’den geçmez ki!” dedi. “Heh” dedim. “Eskişehir’den geçmez bu otobüs” dedi. Yine “Heh?” dedim. 5. soruşta mı 6. soruşta mı ne, adamın ne demek istediğini anladım. “Ben ineyim o zaman” dedim. Otobüsü durdurtup indim. Ovanın ortasında tek başıma kaldım. Derken bir otobüs gelip yanımda durdu, “İstanbul’a mı?” dedi, “Heh?” dedim, “İstanbul, İstanbul, dedi. İstanbul’a mı?” 6. soruşta mı 7. soruşta mı, anladım. Anladım ama muavin kızıp şoföre “yürü” dedi, tam hızlanmadan koşup durdurdum. Bindim otobüse, bir iki saat gittik, otobüs mola verdi. Ben bu defa da yanlışlıkla Aydın otobüsüne binmişim, 3-4 saat de o otobüste gittim. Bir başka mola yerinde otobüsten indim, indiğim otobüs diye Kayseri otobüsüne binmişim, 2-3 saat sonra yine indim otobüsten, su dökmeye gittim. Geri geldiğimde otobüsü ararken inzibatlar kolumdan tuttu. “Kimlik?” dediler “Heh?” dedim, “kimliği çıkar” dediler “Heh?” dedim. Böyle 10 defa falan sordular, sonunda anladım. Anladım ama bizim evraklar çantada, çanta da kim bilir hangi otobüste kaldı. Bir sürü rezillik.. Allah’tan oradan oraya dolaşırken Ankara’ya gelmişim. Birliğimi buldurdular.. Nizamiyeden içeri girince ben hepten aptallaştım. Mantığını kapıda bırakıp öyle gireceksin derlerdi bizim rambolar. Biz mantığı memleketin otogarında bıraktık zaten. Kalanını da adet yerini bulsun diye nizamiyede bıraktık, çıkarken alırız diye.

            Bana bir yer gösterdiler, bir de dolap. Ortalıkta kendi halime dolanıp duruyorum. Akşam oldu, gittim yattım. Biraz canım geçmiş, evlilik hayalleriyle uyumak üzereyim. Birisi bir şey dürttü. Meğer ben ranza diye gidip kalorifer kazanının içerisine girmişim, askerin biri gelmiş küreği dürtüyor. Kazandan çıktım, bölüğümü bir türlü bulamıyorum. Oradan oraya günlerce dolaştım. Bir ay kadar sonra bölüğümü buldum. Ama hala karıştırıyorum kimi gün 10 kadar içtimaya çıktığım oluyor. Bir türlü sağla solu da birbirinden ayıramıyorum. Komutan sağa dön dedikçe ben “heh” diyorum, artık kaçıncı söylemesinde anlıyorsam emri anlıyorum bu defa da sağa dönecekken sola, sola dönecekken sağa dönüyorum. Bununla kalsa iyi, komutan koş diyor ben sürün anlıyorum, sürün diyor ben amuda kalkıyorum.

            Bir gün tuvaleti ararken bir yere girdim, baktım sandık sandık elma canım çekti, ceplerime doldurdum, iki de elime aldım. Isırırım ısırırım dişim kesmez, derken bir parça kopardım, tam o sıra komutanın biri bağırarak geldi. Elimdekini alıp fırlattı, güüümmm. Benim helâ diye girdiğim yer silah deposu, elma diye dişlediğim el bombasıymış. Gene başımıza gelmedik kalmadı. Yaşadıklarımızı anlatmaya kalksak günler sürer. Acemilikte tek bir şey öğrendim o da generalin onbaşıdan büyük olduğu.

Acemi, birliği iyi kötü bitti. Dışarı çıkınca nizamiyede bıraktığımız üç beş gram akılı geri takındım. Otobüse binerek inerek 5-6 günde memleketi buldum. Otogardan aşağı inip orda emanet bıraktığım akılı da takınınca ben de bir rambo olup çıktım. Vardım doğruca köye… Öyle palavralar attım ki sormayın.. Köyün gençleri iki gün iki gece yanımdan ayrılmadılar. 10 izini bitince omuzlarına alıp otobüse bindirler. Otobüsten adımımı atar atmaz, yine aptallaştım. Binerek inerek 10 günde doğunun bilmem hangi vilayetinin hangi ilçesinin bilmem ne köyünün, karakoluna vardım. Karakol sınırda. Zaten askerler beni sınırı geçerken yakalayıp karakola götürdüler. Kendimi iyice kaybetmişim İran sınırına dayanmışım, karakolu ararken.. Neyse aklın kalan kısmını yine girişte bıraktık. Orada bir asker gördüm, bizim acemi birliğinden “Ne haber lan Yusuf?” deyip, adama bir elense çektim. Şap diye tokadı yiyince bir de baktım ki adam alay komutanıymış. Bu vesileyle de epeyce süründük.

Bir gün yemekteyiz. Arkadaşlardan birisi “Ne yapıyon lan sen?” dedi. Baktım, kaşık diye elime kepi almışım, kafama da kep diye kaşığı koymuşum. Aynı gün akşam içim kazındı bir parça ekmek buldum, dolaba baktım bir kutu bal. Nerden geldi bu diye düşünüyorum. Ekmeğin içine güzelce sürdüm. Komutanlardan biri görmüş. “Dur yeme” dedi. Ben ekmek yediğime kızdı sandım. Meğer, benim bal diye ekmeğe sürdüğüm ayakkabı boyasıymış. Bunlar ufak tefek şeyler. Askerde her gün başıma böyle şeyler geliyordu. Asıl, nöbetlerde hepten aptallaşıyordum.

            Bir gün nöbetteyim, karşıdan ateş etmeye başladılar, ben karşılık verirdim, verirdim ama ne hikmetse sıkanları limon, sıktıklarını ise kolonya sandım. Ellemedim. Değilse hepsini yere sererdim. Dalgınlığıma gelmiş bir kere. Bir başka gün, yan tarafımda bir roket patladı. Elim tetiğe gitti, gitti ama tam sıkacakken birden vazgeçtim. Çünkü patlayanı mısır, roketi ise mısır koçanı sandım, yine ellemedim. Neme lazım, mısır koçanına atış yapıp da başımı belaya sokarım. Bir başka nöbette teröristler makineli tüfekle bizim karakolu taradılar, ben taradıklarını saç, bizim karakolu ise tarak sandım. Yoksa, tek başıma hepsine yeter de artardım. Hava biraz sisliydi uzaktan tam seçemedim, yatsınlar kalksınlar dua etsinler.

            Bir başka nöbette, bizim arkadaşları terörist sandım. Bu defa affetmedim, dönüp üzerlerine şarjörü boşalttım. Kesin üç beş arkadaşı indirirdim ama benim silah diye elimde tuttuğum kasatura, şarjör diye tuttuğum kepmiş, ucuz kurtuldular.

Benim askerlik böyle devam etti. Çobanları terörist, teröristleri çoban; silahları pırasa; pırasaları makarna; makarnaları lahana; lahanaları karpuz sandım.Sonunda askerlik bitti, rambo olarak köye gittim


Yorumlar - Yorum Yaz